OHAL ve Kürt Sorunu Üzerine Bir Deneme (19 Ekim 2011 Tarihli Bir Yazım)

ERKİN SAYILKAN - OHAL VE KÜRT SORUNU ÜZERİNE BİR DENEME


Ön Uyarı: Zamanında (19 Ekim 2011) Çözüm Süreci vs. politikaların sürdürüldüğü bir dönemde, doğru sonuç verebilecek bir icraat olarak göründüğü için karaladığım birkaç kelâmı burada paylaşmak istiyorum. Burada yazdıklarım üzerine sonradan düşünüp "şu doğru, bu yanlış" gibi bazı fikri değişikliklere gidebilirim ancak bu yazıyı doğrumla yanlışımla o zamanki fikirlerimi ve beni yansıttığından dolayı paylaşmak istedim. Buradaki fikirlerin çoğu belki tamamı demode olmuş, zamanı geçmiş, geçersizleşmiş olabilir ya da olmayabilir ancak maksadımız güncele değil o döneme dair bir yazı göstermek. Gerçi Çözüm Süreci de artık eski mitoloji diyebileceğimiz kadar neredeyse geride kaldı ancak yine de "Yurtta sulh, cihanda sulh" gibi bir hedef daim olduğu sürece, üzerine düşünmek de faydalıdır diye inanıyorum.

Fikirleri eleştirin, eleştirerek iyileştirin. Slogan budur...

OHAL çözüm değil, bölge halkına işkenceden başka bir şey değildir. Terör örgütünü baskı altına almak maksatlı OHAL uygulamaları ne geçmişte işe yaramıştır ne de şimdi işe yarayacaktır. Ayrıca da örgüte yeni katılımları hızlandırmaktan bir şey yapmaz, yani ters tepki yapar. 

Bize Dersimlerin, 80 darbesinin bir armağanı olan PKK terör örgütü, bölge halkı üzerindeki hakimiyetini kaybetmek istemeyen bir konuma gelmiştir. Bölgede artık iki hakim güç vardır. Birisi senelerdir bir şekilde bölgede yaşayan bir "Kürt hareketi" (ki bunun masum, kendi insanının hakkını samimi bir şekilde savunan barışçıl kolları, insanlarının hakkını şiddete başvurmadan savunma yanlısı kolları kadar, iktidar kazanmak için şiddeti kullanan kolları da vardır ve bütün bunların birbirinden bağımsız bir şekilde analizi gerekir) ve açıkça söylemek gerekirse popülist söylemlerle ve tek başarısı kendilerine oy kazandırmak olan "Kürt açılımı" politikalarıyla da olsa bir alternatif taraf olarak bölgeye giriş yapmış olan AKP. Diğer partiler, sadece sembolik olarak temsil ediliyorlar. Yani bölgede bir barış olacaksa, bunu mevcut hükümet ve devletin fotoğraftaki görünümü olan AKP ve barış yanlısı-şiddet/terör yanlısı kollarıyla birlikte Kürt hareketinin birlikte istemesi gerekir. Ancak ne acıdır ki, iki tarafta da kanın durmasını istemeyen eli silahlı, şiddet yanlısı kişiler ve politikacılar vardır. Ordunun üst kademelerinin de masum olmadığını halen süren soruşturmalardan -aşırı sulandırılmış ve boku çıkarılmış bir haliyle de olsa- görüyoruz. Diğer tarafta da, barış çağrısı yapan Kürt liderlerini görüyoruz ki onların içinde samimiyetini gözlerimizle gördüğümüz ne yazık ki çok az şahsiyet göze çarpmakta, onlar da tıpkı bizde olduğu gibi susturulmaktadır.

Bir zamanlar gerçekleşmiş olan haksızlıkların cezası verilmelidir elbette. Darbeciler yargılanmalı, faili meçhuller cezasız kalmamalıdır. Ancak bunun sorumlusu dağda nöbet tutan garibanlar değildir. Bunun sorumlusu -klasik söylemle- başımızdaki ve silahlı örgütün/örgütlerin başlarındaki insanlardır. Dağda nöbet tutan gariban bir askeri, nasıl ki Kürtlere yapılan haksızlıklardan sorumlu tutamazsak, sıradan bir örgüt üyesini de terörden sorumlu tutamayız.

Her OHAL, bölge halkına acı çektirmekte ve PKK'ya yaramakta iken, bölgeden 1000 kilometre uzaktan yorumlar yapmak, OHAL'ler istemek, cehalettir açıkçası. Ancak bu demek değildir ki, örgüte karşı sessiz kalınmalıdır. Elbette akan kanın hesabı sorulmalıdır. Ancak bunun hesabı kimlerden sorulmalıdır? O askerlerin komutanından mı? Dağdaki eli silahlı sıradan teröristlerden mi? Mecliste, halkın seçtiği BDP'li vekillerden mi? OHAL'lerle çok acı çekmiş bölge halkından mı? PKK liderlerinden mi? Hükümetten mi? Her gün bir evladını kaybeden ana-babalardan, sevdiklerini kaybeden insanlardan mı? İnternet ortamlarında meseleyi Kürt veya Türk soykırımına getiren, mevzuyu terörizm olarak ele almayıp, ırkçı yaklaşımlarla çözüm geleceğini düşünen klavye delikanlılarından mı sormalı hesabını? Akan kanın hesabı kimden sorulmalı?

Yine ölülerden sorulmasın da...

19 Ekim 2011 Çarşamba 

EK 1: Meseleye öfkeyle değil, objektif yaklaşmalı. Ne yapabiliriz onu tartışmalı. Yoksa "Apo'yu asalım, kafasına sıkalım, her gün bir yarasına tuz basalım" çözüm değil. Ayrıca bir çözüm gelecekse ben hükümetlerden, partilerden, terörist örgütlerden değil, halktan geleceğine inanıyorum, inanmak istiyorum. Yoksa her sene "bıçak kemiğe dayandı" mavallarını çok duyarız, en sonunda duyarsızlaşırız. 

Ölüme duyarsızlaşan bir insan kadar insanlıktan çıkmış bir varlık yoktur...

EK 2: Hakkını vereyim, AKP'nin Kürtçe kanal yayına açması iyi bir gelişmeydi. Ancak beklenilen sonucu vermedi. Bunu da belirteyim.

EK 3: (Serkan Sayılkan'dan) Apo'yu asma konusu zaten çözüm değil de, Kürt tarafından "Apo özgürleşmeden Kürtler özgürleşemez." gibi istekler geliyor. Nihai çözüm önerilerine PKK'lıların dağdan inip ceza almadan affedilmesi de dahil. Peki madem devletin yaptıklarının cezasız kalmasını istemiyoruz, hakikat komisyonunun kurulup faili meçhullerin faillerinin aydınlanmasını, ceza almasını istiyoruz. Karşı tarafında bu konuda bedel ödemesi gerekmez mi? En azından meşru savunma kapsamında bile olsa ceza almaları gerekmiyor mu? Bizdeki Atatürk kutsallığının aynısını Kürtlerde Apo kutsallığı olarak görüyorum. Kafam karışıyor.

EK 4: Üç gün sonra tek derdiniz, şike ve Fenerbahçe olacağından, artık daha canlarınızı sıkmamanız gerektiğini düşünüyorum, çünkü unutuyorsunuz. Memleketimin koyun sürüleri, unutmaya mahkûm etmiş kendilerini...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ünsal Oskay - İletişimin ABC'si

Falih Rıfkı Atay - Zeytindağı

Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş (Bûf-i Kûr)