Falih Rıfkı Atay - Zeytindağı

FALİH RIFKI ATAY – ZEYTİNDAĞI[1]


                “Bu kitabı okumak âdeta bir borçtur ve bir vazifedir”
                                                                                              Behçet Kemal Çağlar

                “Zeytindağı, bugünkü Türkçe ile ne kadar kuvvetli anlatım yapılabileceğine sağlam bir delildir.”
                                                                                              Nurullah Ataç

                “Falih Rıfkı’nın son eseri Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hadiselerinden birini teşkil etti.”
                                                                                              Yakup Kadri Karaosmanoğlu

                “İşte size bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz.
                Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.”
                                                                                              Falih Rıfkı Atay

                Zeytindağı’nı okumak için elime aldığım sırada, edebiyatımızın poster yüzleri kadar bilinmese de, belki de en kuvvetli eserlerinden biri ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Daha önce birkaç kez bu kitap hakkında benzer övgüler duymuştum ama övgüleri bilirsiniz, pek ciddiye alırsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Zaten insan, kısıtlı hayat tecrübemden edindiğim üzere, ancak kendi keşfettiği şeyin kıymetini bilebiliyor. Diğerlerinin keşifleri ise bizim için uzak bir macera. Merak ediyoruz ancak kendimiz yaşayıncaya kadar da anlamıyoruz.

                Falih Rıfkı’nın Cemal Paşa’nın yanında bir subay olarak yer aldığı günlere dair bir hatıra kitabı var elimizde. Adını da Kudüs’te bulunan ve Yahudi inancına göre önemli bir yer olan Arapçasıyla Cebelizzeytün ya da Zeytindağı olarak bilinen tepeden alıyor.

                Bu kitabı değerlendirmeye başlamak için önce bir oturup düşünmek gerektiğine inanıyorum. Çünkü kitaba herhangi bir kağıt yığını gibi başlayan her insan, kitap bittiğinde bu coğrafyanın nasıl dağıtıldığını görünce tüyleri diken diken olur.

                Yazar, Osmanlı’nın Suriye, Filistin ve Hicaz’daki son yıllarını anlatmaya başlamadan önce, kitabın önsözünde kısa bir olay aktarıyor. Osmanlı, Belgrad’ı kaybettikten sonra gelen delegelerle olan görüşmeler sırasında, Niş de talep edilince, delegemiz araya girip, “Ne hacet, size İstanbul’u da verelim” diye tepki gösterir. Onlar için Niş, İstanbul’a o kadar yakındır ancak yazarın da kurduğu cümle ile aktaracak olursak “Çocuklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç’te bitiyor.”  

                Falih Rıfkı Atay, kelimeleri değil ama anlamı sert bir şekilde ortaya koyabilen bir yazar. Önsözde kitabı yazdığı için kendini eleştirenleri “kulluk ahlâkına esir olmuş” diyerek eleştiriyor ve “Osmanlı tarihi bu sebeple bir yalan âlemi oldu” diye yazıp ekliyor. “Yalan, Şark’ta ayıp değildir.” Ayrıca Talat Bey’den de bahsederken “Şark ahlâkınca faziletinden şüphe edilmez” deyip, bu ahlâk tipini de “hususi ve şahsi ayıplar ve menfaatler için müsamahasız ancak yalan ve zulmü ahlaksızlık saymaz” diyerek tanımlıyor.

                Dili kadar aktardığı anıların da parça tesirli bir bomba etkisi de yapabildiğini söylemek gerekiyor. Enver Paşa’nın Balkan Savaşlarında elde ettiği tek fetih şerefi için nasıl da süvarisini koşturarak arkadaşlarıyla arasını açtığı, dönem İstanbul’unda bıyığını kesen bir zabitin dövülmesi gibi taassubun artmasına dair işaretler gibi noktalar okuyucuda tesirli oluyor. Artık Büyük Savaş’ın sonlarına doğru kazanma ümidinin kalmaması sonucu Enver Paşa’yı ayrı bir ateşkese ikna etmesi için gönderilen Necip Bey’e verdiği “…bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim.” Cevabı sonrası Necip Bey’in de tepkisi acı: “Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve yaver-i hazret-i şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.”

                Dönemde “İttihatçı” olmanın da esasında bir anlam ifade etmediğini söylüyor Falih Rıfkı: “İttihatçı demek partinin anonim ve silik unsuru demektir. O zamanlar insanın üzerine yapışan damga ‘adam’ sözü idi. Cemal Paşa’nın adamı, Enver Paşa’nın adamı, Talat Paşa’nın adamı… Kendi kendinin adamı kimdi bilmiyorum.” Eski milli davaların içinde de gruplaşmalar ve takımlaşmalar olduğunu böyle ifade etmiş yazar.

                Görev yaptığı Suriye ve Filistin bölgesinde Cemal Paşa’nın gördüğü muameleyi de Şeyh Esat’ın bir fıkrasıyla anlatalım:

                “Bir zaman Şam’a yeni bir vali geliyordu. Eşraf, memurlar, halk, istasyona biriktiler. Daha tren durmadan, şairlerimizden biri ileri atıldı ve başladı:

-          Ya veziriâzam!..

Yanında bulunan bir başkası kolunu dürttü:

-          Yahu, dedi, biraz bekle, fermanını okusunlar. Vezir midir, paşa mıdır, bey midir, rütbesinin ne olduğunu öğren!”

Yazarın kitapta aktardığı bu fıkradan anlayacağımız üzere, bölgede bir Türk düşmanlığı vs. görünmüyor gibi ancak bu bölge halkının genel muamelesi olduğundan ötürü, önemli bir gösterge değil.

Bölgede Osmanlı’nın uğradığı ihanete dair çok iç burkan ayrıntı var. Bin kişilik aşirete verilen top ve yanındaki subayın anlatıldığı kısa bölüm de askerimize şimdiki gibi o zaman da pek kıymet vermediğimizi ortaya koyması açısından mühim. Aşiret, 30 kişilik bir grubun saldırısıyla dağılınca topu “Namusumdur” diyerek terk etmeyen Mülazım Osman Bey’in şehit edilmesi ve Atay’ın yazısı insanı kahrediyor: “Silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. Ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir Türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından başka bir şey kalmadı.”

Yine kitapta bahsedilen bir başka ayrıntı da, idarecilerimizin milletlerarası meselelere bakış açısının çok da ilerlemediğini gösteriyor. İttihat ve Terakki idarecilerinin “Alman yenilmez, İngiliz yenilmez” gibi klişe, sığ ve temeli olmayan düşünceleri, şimdinin kahve üslubuna benziyor. Hatta yazarın bir anlattığı da komik duruyor. Enver’in Almancı olmasının sebebi olarak orada görev almış ve Almanca biliyor olmasını, Cemal Paşa’nın da Almancası olmaması ancak Fransızca bilmesinden ve 1914’te parlak bir Fransa seyahati yapmış olmasından dolayı Fransızcı olduğunu iddia ediyor ki doğruysa yüzeysel bile diyemeyeceğimiz bir sığlıktan bahsediyor burada. Bizde dahi olarak tanımlanan kişileri şöyle tanımlıyor yazar: “Yere atıldığı zaman, aşık kemiğinin ne tarafı üste geleceğini hiç kimse bilmez, fakat üste gelen tarafa niyet tutmuş olanlara bizde dâhi denir.” Herhalde bu kadar geçerli bir tespit daha önce duymamıştım.

Kitabın kuşkusuz en önemli bölümlerinden birisi de “Allahaısmarladık” başlığıyla karşımıza çıkıyor. Cepheye gidip geri gelemeyen gençlerin analarına adansa yeridir. Adı Ahmet olan bir gencimizin anasını anlatıyor burada. Tren istasyonunda İstanbul yolunun aksini göstererek, o tarafa gittiğini söyleyen ana için yazar “Ahmed’ini görsen ona da soracaksın, Ahmed’imi gördün mü?” diye yazıyor. Bölüm de çok vurucu bir şekilde bitiyor: “Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!” Vatan denilerek cepheye gönderilip unutulan Ahmedlere selâm olsun…

Müteakip bölümde de Cemal Paşa’nın harbe niçin girdiğimize dair sorusuna cevap olarak “Aylık vermek için” demesi de dönem şartlarını iyi anlatıyor. Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı’nın en zor dönemlerinden birisinde, kasada tek kuruş para kalmayınca Tekâlif-i Milliye’yi ortaya çıkarması ile ancak bu anekdot anlamlanıyor. Yazar burada kitabın özü olarak, yukarıda da alıntı şeklinde yazdığım kısmı ortaya koyuyor:

“Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için!

                Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için!

                İşte size bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz.

                Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.”

Kanal Harekatı ile ilgili yazdıkları da okunmaya değer. Çölde yaşanan su sıkıntıları, günlük bir matara su hakkı. Sadece komutana yüz yıkaması için fazladan verilen ikinci matara, cehennemi sıcak, erzak sıkıntısı, binbir güçlük ile geçilen çölden sonra başarısız olunca, bu uzun destanın iki cümlelik bir İngiliz tebliği ile bitmesi: “Düşman şubatın üçüncü günü üç buçukta Kanal’ı geçmek için azimli bir teşebbüste bulunmuşsa da eriyip gitmiştir.” Tanin gazetesinde çıkan iki satırlık bir haberde aktarılan, Kanal’da batırılan bir İngiliz motoru ve askerlerimizin yaptığı sabotajın uzunca aktarılan hikâyesi, nasıl da şimdi iki dakika aktarılıp geçilen ve hepsine bir sayı muamelesi yapılan şehit haberlerine benziyor.

Falih Rıfkı Atay, her şeyi olduğu gibi çekinmeden anlatmış. İttihat ve Terakki tarihi niteliği yok ktiabın ancak takır takır bu parti ile ilgili bazı şaşırtan ve ilginç anılarını aktarması bakımından önemli bir eser. Dili zaten çok üst düzeyde ve oldukça sade.

               Özetle, yazarın da dediği gibi, ilim ve vatan adamı olunuz ve ayrıca da okuyup, okutunuz…




[1] Atay, Falih Rıfkı, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ünsal Oskay - İletişimin ABC'si

Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş (Bûf-i Kûr)