Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş (Bûf-i Kûr)
SADIK
HİDAYET – KÖR BAYKUŞ (BÛF-İ KÛR)(1)
“Yaralar
vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren
yaralar.”
Bitti nihayetinde.
Doksan beş sayfalık bu kitap(çık), hayatımın altı aya yakın bir zamanını alıp
götürdü. Onur’um “Geç kalmışsın” diyordu bu kitabı okumam için. Ekim’in
başında başlayıp ara ara tekrar başladığım bu kitabı, 8 Nisan’ı 9’una bağlayan
gecede bitirdim.
Sadık
Hidayet için Bozorg Alevî “Hidayet’in romanında bir kurtuluş yoktur, olsa
olsa bir boşalmadır sonuç.” diyor yazdığı Sadık Hidayet’in Biyografisi
başlıklı yazıda. Çok da doğru diyor. Psikolojisi normal bir insanı bunalıma
sokacak (sıkıldığı için değil ama) derecede üslubu ile kurtuluşa ulaşmamız pek
mümkün gözükmüyor zira. Hidayet de bunun farkında olacak ki romanın başında
bizi uyarıyor “ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren
yaralar” hakkında. Kurtuluş yolu, çaresi sunmuyor; acıyı dindirmek,
bastırmak için seçtiği yöntem ise “afyon”, ancak bu da yetmiyor, acının
dozunu zamanla daha da arttırıyor bu “ilaç”.
Yazar,
bu roman sürerken bizi çeşitli çilelerden geçiren bu sanatçı, olayları Nevruz’un
13. Günü başlatıyor evinin bir odasına kapanmışken. Nevruz’un 13. Günü “Sizdehbeder”
isimli piknikle kutlamalar bitirilir. Kimse evlerde kalmaz, evde oturmak kötü
kabul edilir. (2) İran kültüründe de uğursuz yani bu sayı. Gerçi
kitaptan uğur akmadığından dolayı, buradan bile çıkarabilirdik uğursuzluğu. Üst
düzey tasvirlerinde dahi bir susuzluk, yoksunluk hissettiriyor Hidayet. “Çıkık
yanaklar, yüksek alın, ince ve bitişik kaşlar, dolgun hafif aralık dudaklar, o
dudaklar ki uzun ve tutkulu bir öpüşle yeni öpülmüş ama susuzlukları
giderilmemiştir.” alıntısını okurken bile ağzı kuruyor insanın. Suya,
dudağa hasreti katlanıyor. Bu ve benzeri onlarca tasvir, Kör Baykuş’u benim
için muhkem bir kale haline getiren detaylar oldu. Şunu da söylemek isterim ki,
bazı kitapları okuyarak geçiyorsunuz; bazılarını ise yoğun bir veya birkaç
kuşatma ve kanlı bir savaşla fethediyorsunuz. Hidayet’in niyeti neydi
bilmiyorum ama ortaya çıkardığı bu varlık, ikinci türden bir eser.
Yer
yer sürreal bir cinayet romanı, yer yer ise adeta ıstıraplı bir aşk masalı (ama
erotik ve mecburen platonik olanından) haline geliyor Kör Baykuş. Ancak iki
halde de, dili ön cephede mücadele ediyor, sizin kitaba olan taarruzunuza, en
ön safta karşı koyuyor. Dili zor bu kitabın. Monoton olduğundan ötürü değil
elbette. Yorucu ve yıpratıcı bir dili var yazarın, henüz kitaplığımda bunun
dışında Aylak Köpek ve Hidâyetnâme dışında kitabı olmamasına
rağmen, belli ki o kitapları elime almak da cesaret işi olacak. Evet, kelime
buydu. Bu kitabı okumak biraz da cesaret işi. Özellikle de, bir yandan sınav,
diğer yandan iş dertleriyle meşgul olan şahsım gibiler için, adeta üç cephe
birden açılıyor, hem dil ve üslup ile mücadele ediyorsunuz, hem yazılanların
ağırlığı, omuzlarınızı düşürüyor ve başınızı eğiyor, hem de kitap bittikten
sonra “Ben bunu nasıl eleştireyim, nasıl öveyim” derdi sarıyor. Eğlencelik
değil kısacası, aman derim.
Dil
deyince, Farsça’ya dair bilgim kısıtlı olduğundan ötürü, mecburen kitabın
tercümesini okumak zorunda kaldım. Dediğim gibi, Farsça bilmememe rağmen, en
azından tercümenin seviyesine kefil olabiliriz diye düşünüyorum. Behçet Necatigil’e
“İyi iş çıkarmış” demem, Paris’e gidip, Eiffel Kulesi’ni işaret ederek “Amma
yüksek bu da” demek gibi bir şey olur ama yine de söylemek zorunda
hissediyorum. “Parmak uçlarına basa basa çekilip gidiyordu gece” diyen,
diyebilen, bunu hissedip kaleme alabilen sanatçı, edebi seviyeyi bulutlara
çıkarmış, bunu –her ne kadar aslını değerlendirme imkânım olmasa da- aynı
derecede tercüme edebildiğini umduğum bir diğer sanatçı ise irtifayı düşürmeden
aynı manzarayı yakalamış, bunu okuyan bizlerin de ağzı açık kalmış durumdadır. Bir
gün nasip olur da Farsça’yı öğrenebilirsem, bu eseri değerlendirmem daha da tam
olacaktır.
Hidayet,
pek çok karakter geçiriyor önümüzden. Ancak bu karakterlerin farklı kişiler
olduğunu söylemek güç. Adeta aynı kişinin farklı farklı yansımaları gibiler. Kitabın
sonunda da bunu hissettiren yerler var. Elimdeki YKY baskısının 84. sayfasının
son satırı diyerek buna kitaptan bir alıntı vermeden adres vereyim.
Hidayet,
“Ah, ne çok çocukluk, aşk, çiftleşme, evlilik ve ölüm hikâyeleri var,
hiçbiri de gerçek değil. Kıssalar, parlak sözler yordu beni.” diyerek, 1936’dan
bu günlere –bu kelimeyi pek sevmiyorum ama- gönderme mi yapıyor nedir,
çözemedim. Arkası boş olan parlak sözler, aforizmal mırıldanmalar, günümüz
edebiyatını, en azından bizim memleketlerde, az çok tanımlıyor, tespit ediyor
dersek, haksızlık yapmış sayılır mıyız acaba? Bir paragrafın ağırlığını, bir
destanın kokusunu, bir lirik şiirin ahengini bilmeyen bir nesil, kolay sözlere
koşuyor, tek cümlelik edebiyatlara sarılıyor. Blaise Pascal “Eğer vaktim
olsaydı, kısa bir mektup yazardım.” ya da “Bu mektubu uzun yazıyorum
çünkü kısa yazacak kadar vaktim yok.” diyerek kısa yazıp aynı ölçüde
etkileyici olmanın zorluğundan bahsediyor. Bizde de herkesin bir aforizmal
varoluşu var, ancak bizdekiler herhalde uzun uzun yazamadıklarından ötürü,
arkası boş ve Hidayet’in de dediği gibi, “hiçbiri gerçek olmayan”, sırtını
biraz geriye doğru yaslasa, açık kapıya yaslanan Kemal Sunal gibi yere
kapaklanacak bir edebi huy edinmişler. İyi yazana, arkasını doldurana selâm
olsun.
“Binlerce
yıl önce aynı sözler konuşuldu, aynı çiftleşmeler oldu, aynı çocukluk acıları
yaşandı. Acaba bir baştan bir başa hayat, gülünç bir kıssa, inanılmaz ve
ahmakça bir masal değil midir?” derken nasıl da tanımlıyor hayatlarımızı. Nasıl
da anlatıyor “Dün, bugün ve yarın hep aynı” fikrini. Kurtuluş yolu,
çaresi sunmuyor daha önce de dediğim üzere. Yoruyor, hırpalıyor, yıpratıyor bu
kitap. Altı ayda fethetmek, Viyana gibi iki kez muhasaraya almak zorunda
kalışım zorlama bir durum değil belli ki. Viyana’nın aksine, üçüncü seferde
fethettiğim bu kale, benim için bir Pirus zaferi adeta. Beni yorup, yıpratan
bir zafer. Ancak kitap okumaktan kimse ölmez. Dolayısıyla devam edeceğim
okumalara, ara vermeden...
Hidayet,
yüzümüze çarpan sert bir tokattan daha fazlası, mideye de inen bir yumruk gibi
adeta. Tespitleri sert ve acımasız: “Hayat, soğuk kayıtsız, herkesin
maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları
hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske. Tutumlu
kimselerdir bunlar. Bir kısmı evlatlarına saklarlar maskelerini; bir kısmı da
vardır ki boyuna maske değiştirirler, ama yaşlandıklarında görürler ki bir
sonuncu maske kalmış ellerinde ve bu da pek çabuk eskir, o zaman maskenin
gerisinde gerçek yüzleri çıkar ortaya.”
Hidayet,
bundan sonraki eserlerini dikkatle inceleyeceğim bir yazar oldu benim için
artık. Kör Baykuş ise, psikolojinizin iyi olduğu vakitlerde mideye, surata inen
bir darbe gibi, Tam tadını almak için,
çökmüşken de denemek lazım geliyor. Eğer yalnız veya bunalımlı bir dönem
geçiriyorsanız, okuyun. Sizin gibi insanların kitaplara döküldüğünü,
boşaldığını göreceksiniz. Ve diyeceksiniz ki “Evet, yalnız değilim.” Zira
üst katlarda cidden ölümcül ancak aşağılar için ise bir yoldaş gibi. Zamanınızı
ve mekânınızı da elinizden çalıyor. Mekânı geri veriyor gerçi. Bu önsöz-sonsöz
dahil 95 sayfalık kağıt destesi, sizi odanızdan, evinizden, oturduğunuz
sandalyeden, koltuktan alacak ve İran’ı şöyle bir turlattırdıktan sonra tekrar
aynı yere bırakıyor. Ancak aldığı zamana bıraktığı şüpheli. Bazıları çabuk
bitirebiliyor ancak beni Ekim’den Nisan’a bırakan bu kitapta izafi bir şeyler
mevcut sanki. Zamanı büküyor ancak mekâna dokunmuyor, müthiş bir metafizik
ağırlık, kütle mevcut. Tıpkı ana karakterin daha önce de bahsettiğim 84. sayfanın
son satırındaki dönüşümü gibi, biz de bambaşka bir şekle bürünebiliyoruz bu kütlenin
çekiminden kurtulduğumuzda, ya da maskelerimiz düşünce geriye kalan şeyi
görüyoruz kitap bittiğinde.
Mesele
Kör Baykuş ise “tempus fugit” sözü bir başka anlam katmanı daha
kazanıyor ancak bu sefer zaman kaçarken, sizi de alıp uzak bir çağa bırakıyor. Sürreal
bir seyahat ediyorsunuz. Üçüncü seferde fethedebildiğim bu kale, evet, fethi
zor ancak zaman her kaleyi yıkıyor.
Bütün
kitap yolcularına, fatihlerine selâm olsun. Bundan sonra, daha önce bir kez
kuşatıp başka işler sebebiyle bırakmak zorunda kaldığım Yukio Mişima’nın, Kamen
no Kokuhaku (Bir Maskenin İtirafları) isimli yapıtına ikinci seferimi açacağım.
Hatta daha önce okurken, çok beğendiğim, okuması keyifli pasajlardan ses kaydı
da yapmayı planlıyorum. Ama okumayı kesin halledeceğim.
Okuyun,
okutun…
Dipnotlar
(1) Hidayet, Sadık - Kör Baykuş, Çeviren: Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, 18. Baskı, İstanbul, Haziran 2016
(1) Hidayet, Sadık - Kör Baykuş, Çeviren: Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, 18. Baskı, İstanbul, Haziran 2016
(2) Shima Shokati’ye verdiği
bilgilerden dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Moteşekkirem.
Yorumlar